1 Haziran 2012 Cuma

16 Büyük Türk Devleti

16 Büyük Türk Devleti 


16 Büyük Türk Devleti  

1. HUN DEVLETİ: Büyük Hun Devleti Orta Asya'da kurulan ilk Türk devletidir. MÖ 220'den MS 216'ya kadar hüküm sürmüştür. Bilinen ilk hükümdarı Teoman'dır. Mete Han döneminde devletin sınırları Japon Denizi'nden Hazar Denizi'ne kadar geniş bir bölgeyi kapsamıştır.
2. BatI Hun İmparatorluğu: MÖ 53'de, Büyük Hun İmparatorluğu'nun ikiye bölünmesiyle, Batı Türkistan'da Cici Han tarafından kurulan Türk devletidir. Yaşadığı dönem boyunca en büyük bölgesel güç olmuştur.
3. AVRUPA HUNLARI (BATI HUNLARI): Avrupa Hunları MS 434'de Atilla'nın başa geçmesiyle büyük bir devlet haline geldiler. Hakim olduğu yıllarda, Avrupa kıtasında en büyük güç olmuştur.
4. AKHUNLAR: 5. yüzyılın ortalarında, Amuderya nehrinin çevresinde kurulmuş ve gelişme göstermiş bir Türk devletidir. Horasan, Afganistan ve İran topraklarına kadar yayılmıştır. Kısa bir dönem hüküm sürmesine rağmen, hakimiyeti boyunca Asya'da büyük bir güç olmuştur.
5. GÖKTÜRK DEVLETİ: Göktürk Devleti, Türk tarihinde Türk adı ile kurulan ilk devlettir. Devletin kurucusu ve ilk hükümdarı olan Bumin Kağan, Orta Asya'daki bütün Türk boylarını egemenliği altında toplamıştır. Bumin Kağan ölünce yerine oğlu Murat Kağan hükümdar olmuştur. Bu dönemde İpek Yolu Türklerin denetimine girmiş ve Türkler Çin'e üstünlüklerini kabul ettirmişlerdir.
6. UYGUR HAKANLIĞI: Büyük Hunların torunları olan Uygurlar, çok sayıda devlet kurmuşlardır. Uygur Hakanlığı bunlardan birisidir. 744-840 yılları arasında hüküm sürmüştür. Selenga, Orhun ve Tola ırmakları havzalarından Baykal Gölü'nün güneyindeki bozkırlara kadar uzanan geniş sahada yaşamışlardır. 100 yıla yakın bir süre içinde, Asya kıtasında, bölgesel güç olmuşlardır.
7. AVAR DEVLETİ: Macaristan'da büyük bir devlet kuran Avarlar, zaman zaman İstanbul'u kuşatmışlardır. O dönemde Avrupa kıtasında bölgesel güç oluşturmuşlardır. İstanbul'u kuşatan ilk Türk boyu Avarlar olmuştur.
8. HAZAR DEVLETİ: Kafkaslar'da kurulmuş olan Hazarlar, Hazar Denizi'ne de adını vermiştir. 7. yüzyıldan itibaren iyice güçlenen ve bütün Doğu Avrupa'yı eline geçiren Hazarlar, 3 yüzyıl hüküm sürmüşler ve yıkılana kadar bölgede çok büyük bir güç oluşturmuşlardır.
9. KARAHANLILAR: 10. yüzyılın ortalarında Orta Asya'da kurulan ilk Müslüman Türk devletidir. Aynı zamanda ilk Müslüman Türk devleti olarak bölgesel hakimiyet kurdular.
10. GAZNELİLER: Karahanlılarla aynı dönemde yaşamışlardır. İlk Müslüman Türk devletlerindendir. Sınırları Afganistan ve Hindistan'ı içine alır. Karahanlılar ile birlikte Asya kıtasında, bölgesel bir güç olmuşlardır.
11. BÜYÜK SELÇUKLU İMPARATORLUĞU: Ön Asya'da kurulan ilk ve en büyük Müslüman Türk devletlerinden biridir. 1040-1157 yılları arasında hüküm sürmüştür. Güneybatı Asya'nın tamamına yakın bir bölümüne hakim olan Büyük Selçuklu Devleti, bölgenin en büyük gücü olmuştur.
12. HARİZMŞAHLAR DEVLETİ: Büyük Selçuklu Devleti ile aynı dönemde, 1097-1231 yılları arasında Aral Gölü'nün güneyinde yaşamışlardır. Orta Asya'da bölgesel hakim güç olmuşlardır.
13. TİMURLAR DEVLETİ: 1370-1507 yılları arasında, Ege kıyılarından Orta Asya'ya ve Hint Okyanusu'na kadar uzanan geniş topraklar üzerinde hüküm sürmüş büyük bir Türk devletidir. Hakim olduğu topraklardan en büyük bölgesel güç olduğu anlaşılır.
14. BABUR DEVLETİ: 1494-1858 yılları arasında Hindistan'da hüküm sürmüştür. Hakim olduğu tarihlerde, Asya'da büyük bir güç oluşturmuştur.
15. ALTINORDU HANLIĞI: 1227-1502 yılları arasında, Karadeniz ile Hazar Denizi arasında yaşamış bir Türk devletidir. Yaklaşık üç asır Asya'da hakim güç olmuştur.
16. OSMANLI İMPARATORLUĞU: 1299'da Söğüt civarında kurulmuş ve 1923 yılına kadar devam etmiş ve üç kıtada hakimiyet kurmuş bir cihan devletidir. Toprak bakımından en geniş sınırlara ulaştığı dönemde Anadolu, Kafkasya, Kırım, Güney Ukrayna, bugünkü Romanya, Yugoslavya, Bulgaristan, Yunanistan, Macaristan, Suriye, Ürdün, Lübnan, İsrail, Irak, Suudi Arabistan, Yemen, Mısır, Tunus, Libya ve Cezayir'i yönetmiştir.

BOZKURT VE ERGENEKON DESTANI


BOZKURT  VE ERGENEKON DESTANI


Bozkurt Destanı ve Ergenekon Destanı, Büyük Türk Destanı'nın bir parçasıdır ve Gök Türkler çağını konu alır. Ergenekon Destanı, Bozkurt Destanı'nın ana çizgileri üzerine kurulmuş olup, bu destanın serbestçe genişletilmiş biçimidir diyebiliriz. Daha doğrusu Bozkurt Destanı ile kaynağını belirleyen Türk soyu, Ergenekon Destanı ile de gelişip güçlenmesini, yayılış ve büyüyüş dönemlerini anlatmıştır. Çin tarihlerinin de yazmış olduğu Bozkurt Destanı'nın bittiği yerde, Ergenekon Destanı başlar. Bozkurt Destanı'nın devamı, Ergenekon Destanı                                                             BOZKURT DESTANI

Bozkurt Destanı, Çin kaynaklarında kayıtlıdır ve iki ayrı söyleniş biçimi vardır. Ama bu ikisi arasında pek az fark vardır.


Birinci Söyleyiş

Hun Ülkesinin kuzeyinde So adı verilen bir ülke vardı. Burada, Hunlarla aynı soydan olan Gök Türkler otururdu. Bir gün Göktürkler So Ülkesinden ayrıldılar. Bu sırada başlarında Kağan Pu adlı bir yiğit vardı. Kağan Pu'nun on altı kardeşi bulunuyordu. On altı kardeşten birinin annesi bir kurttu.

Annesi Göktürklerce en kutsal yaratıklardan biri olarak bilinen ve böyle kabul edilen bir kurt olduğu için delikanlı, rüzgârlara ve yağmura söz geçirir, bu iki kuvveti buyruğu altında tutardı.

Bununla beraber, So Ülkesindeki yurtlarından ayrılan Göktürkler düşmanlarının baskınına uğradılar.

Bu baskında düşmanlar bütün Gök Türkleri yok ettikleri gibi on altı kardeşten sadece birisi kurtulabildi. Kurtulan delikanlı annesi kurt olan idi.

Bu delikanlının da, birisi yaz diğeri de kış ilâhının kızı olan iki karısı vardı. Baskından sonra her ikisinden ikişer oğlu oldu. Zamanla kalabalıklaşıp çoğalan halk, çocuklardan en büyüğünü kendilerine Hakan seçtiler; o zamanki adı Göktürk dilinde değildi. Hakan seçilir seçilmez Göktürkçe olmayan bu adını bıraktı ve Türk adını aldı.

Ondan sonra Türk on kadınla evlendi, birçok çocukları oldu. İçlerinden Asena adını taşıyan biri hakanlık tahtına geçince boyun adı da Aşina oldu.


İkinci Söyleyiş

Hunların bir boyu olan ve adına Aşina denilen Türk boyu Hazar Denizinin batı taraflarında yerleşmişti. Türklerin ilk atası olarak biliniyordu. Rahat ve huzur içinde otururlarken bir gün ansızın düşmanların baskınına uğradılar. Baskının sonunda kimse sağ kalmadı.

Her nasılsa küçücük bir çocuk bu baskından sağ kalmış bir köşeye sığınmıştı. Düşmanlar onu da gördüler. Fakat, cılız ve küçük bir çocuk olduğu için kimse ondan korkmadı ve ona aldırmadı. Hattâ içlerinden acıyanlar bile çıktı. Ama düşman yine de her ihtimali düşünüp, çocuğu öldürmektense kolunu bacağını kesip orada öylece bırakmayı uygun gördü; düşündükleri gibi yaptılar.

Kolunu bacağını kesip, yan ölü hâle getirdikleri çocuğu alıp bataklıkta bir sazlığa attılar; bırakıp gittiler.

O sırada, nereden çıktığı bilinmeyen bir dişi Bozkurt göründü, geldi, çocuğu emzirdi. Yaralarını yalayıp iyi etti. O günden sonra da, avlanıp getirdiği yiyeceklerle çocuğu besleyip büyüttü, gücünü kuvvetini arttırdı.

Zamanla Bozkurt'un beslediği çocuk gürbüzleşti.

Günlerden sonra bir gün, baskın yapıp Aşina soyunu yok eden düşman başbuğu, kolunu bacağını keserek sazlığa attıkları çocuğun yaşadığını öğrendi. Adamlar gönderip durumu öğrenmek, sağ kaldı ise öldürtmek istedi.

Düşman başbuğunun gönderdiği asker geldiğinde, kolu bacağı kesik gencin yanında bir dişi Bozkurt gördü. Dişi Bozkurt tehlikeyi sezmişti, dişleriyle gerici yakaladığı gibi denizin öte yanına geçirdi; orada da durmayıp Altay Dağlarına doğru götürdü. Orada, her tarafı yüksek dağlarla çevrili bir yaylada bir mağaraya yerleştirdi, onunla evlendi; on oğlan doğurdu!

Mağaranın bulunduğu yayla yeşillikti; serin gür suları, meyve ağaçlan, av hayvanları vardı. Oğlanlar orada büyüdüler, orada evlendiler. Her birinden bir boy türedi. Bunlardan birinin adı da Asine boyu idi.

Asine, kardeşlerinin içinde en akıllı, en gözü pek, en yiğit olanı idi. Bu yüzden Türk Hakanı o oldu.

Soyunu unutmadı. çadırının önüne her zaman, tepesinde bir kurt başı bulunan bir tuğ dikti.

Aradan çok yıllar geçti. Aşina boyuna Asençe adlı bir başka yiğit hakan oldu. Bunun zamanında ise Aşine boyu, bulundukları yerden çıkıp daha güzel yurtlara yerleştiler.
                                                          
                                                          *****

                                                ERGENEKON DESTANI
Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk'e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Bu durum yabancı kavimleri kıskandırıyordu. Yabancı kavimler birleştiler, Türklerin üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya topladılar; çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince vuruşma da başladı. On gün savaştılar. Sonuçta Türkler üstün geldi.

Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beğleri av yerinde toplanıp konuştular. Dediler ki: ''Türkler'e hile yapmazsak halimiz yaman olur!''

Tan ağaranda, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Türkler, "Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar'' deyip artlarına düştüler. Düşman, Türkler'i görünce birden döndü. Vuruşma başladı. Türkler yenildi. Düşman, Türkler'i öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmaladılar ki tek kara kıl çadır bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükleri tutsak ettiler.

O çağda Türklerin başında İl Kağan vardı. İl Kağan'ın da birçok oğlu vardı. Ancak, bu savaşta biri dışında tüm çocukları öldü. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kağan'ın bir de Tokuz Oğuz (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni vardı; o da sağ kalmıştı. Kayı ile Tokuz Oğuz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de karılarını aldılar, atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna döndüler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar buldular. Oturup düşündüler: ''Dört bir yan düşman dolu. Dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım.'' Sürülerini alıp dağa doğru göç ettiler.

Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yoldu ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürdü; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurdu.

Türklerin vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler, yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye ''Ergenekon'' dediler.

Zaman geçti, çağlar aktı; Kayı ile Tokuz Oğuz'un birçok çocukları oldu. Kayı'nın çok çocuğu oldu, Tokuz Oğuz'un daha az oldu. Kayı'dan olma çocuklara Kayat dediler. Tokuz'dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar dediler, bir bölümüne de Türülken. Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon'da kaldılar; çoğaldılar, çoğaldılar, çoğaldılar. Aradan dört yüz yıl geçti.

Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğaldı ki Ergenekon'a sığamaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki: ''Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtla varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım.''

Türkler, kurultayın bu kararı üzerine, Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar; bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: ''Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir. Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koydular. Odun kömürü ateşleyip körüklediler. Tanrı'nın yardımıyla demir dağ kızdı, eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak denli yol oldu.

Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen. Bozkurt geldi, Türk'ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler, Bozkurt'un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde Ergenekon'dan çıktılar.

Türkler o günü, o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, Türklerin bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Türk kağanı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beğleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlar.

Ergenekon'dan çıktıklarında Türklerin kağanı, Kayı Han soyundan gelen Börteçine (Bozkurt) idi. Börteçine bütün illere elçiler gönderdi; Türklerin Ergenekon'dan çıktıklarını bildirdi. Ta ki, eskisi gibi, bütün iller Türklerin buyruğu altına girene kadar. Bunu kimi iyi karşıladı, Börteçine'yi kağan bildi; kimi iyi karşılamadı, karşı çıktı. Karşı çıkanlarla savaşıldı ve Türkler hepsini yendiler. Türk Devleti'ni dört bir yana egemen kıldılar.

Şeyh Şamil (1797 - 1871)


Şeyh Şamil (1797 - 1871)
Şeyh Şamil   (1797 - 1871)
İmam Şamil 1797 yılında Dağıstan’ın Gimri köyünde dünyaya geldi. Babası  Dengau Muhammed’dir. Şamil Kumuk kökenli bir Türk'tür. 15 yaşında iken at binerek kılıç kuşandı. 20 yaşına geldiğinde iki metreyi aşan boyu ile atlama, ateş etme, güreş, koşu, kılıç gibi spor dallarında üstün yetenek sahibi olmuştu. Öğrenimine bilgin Said Harekani’nin yanında başladı. Daha sonra kayınpederi olan Nakşibendi Şeyhi Cemaleddin Gazi Kumuki’nin öğrencisi oldu. Kendinden önce İmamet makamında bulunan Gazi Muhammed ve Hamzat Beg’in müşavirliğini yaptı. Son derece sade ve kanaatkar bir hayatı vardı. İmam Şamil, muhtelif zamanlarda beş defa evlenmiş ve bu izdivaçların bazıları dini ve siyasi sebeplerle olmuştu. Şamil’in Fatimat, Cevheret, Zahidet, Emine ve Şovanat ismindeki zevcelerinden Ahmed Cemaleddin, Muhammed Gazi, Muhammed Said, Muhammed Şefi, Cemaleddin ve Muhammed Kamil isimli altı oğlu ile Fatimat, Nafisat, Necabat, Bahu-Mesedu ve Safiyat isimli beş kızı oldu. Şamil, İmam yani devlet başkanı seçildikten sonra ilk iş olarak iç işlerini ele aldı. Ruslara karşı daha etkili savaşmak için lüzumlu idari ve askeri teşkilatları yeni esaslara göre tanzim etti. Bir taraftan askeri tedbirler alıp düşmana karşı savunma savaşları verirken, diğer taraftan da muntazam adli ve idari sivil bir devlet mekanizması geliştirmiş, medreselerde eğitime önem verdirmiş, fikir ve sanat alanında da büyük adımlar atılmasını sağlamıştır. Döneminde tophaneler, baruthaneler, silahhaneler yapılmış, muntazam birlikler halinde askeri teşkilat kurulmuştur. Güçlü hitabeti, kararlı tutumu ve askeri dehasıyla büyük başarılar kazanmış, ünü kısa zamanda yayılarak, otoritesi Dağıstan civarında yaşayan geniş topluluklar tarafından kabul edilmiştir. İmam Şamil, idare sistemini yeniden düzenlerken, ülkeyi naiplik ve vilayetlere ayırarak bunların başına hem askeri hem de sivil yetkilerle donatılmış naipleri getirdi. Üç veya dört naiplik bir vilayet idi. Vilayetlerin başındaki naibin rütbesi daha yüksekti. Ayrıca, her biri birer savaş kahramanı olan bu yüksek rütbeli naiplerden Ahverdil Muhammed, Kabet Muhammed, Şuayıb Molla, Taşof Hacı, Danyal Sultan, Nur Muhammed, Hitinav Musa, Sadullah, Duba Hacı, Hacı Murat ve Şamil’in büyük oğlu Muhammed Gazi, gazavat’ın adı anılması gereken başlıca kahramanları oldular. Şamil imam seçildiği 1834 yılından 1859 yılına kadar Rusya’nın büyüklüğü ve kudretine rağmen yılmadan mücadeleyi sürdürdü. Kendinden önceki iki imamın döneminde de fiilen 10 yıl savaşlara iştirak ettiğinden durup dinlenmeden cihad ettiği süre tam 35 yılı bulmuştur. Bu süre zarfında Rus kuvvetlerine büyük zayiatlar vermiş ancak kısıtlı sayıdaki asker sayısı da günden güne erimiştir. 1839’da Ahulgo Tepesinde 3.000 mürid ile General Grabbe komutasındaki 10.000’i aşkın üstün donanımlı Rus ordusunun kuşatmasına 80 gün süreyle direnişi harp tarihine geçmiştir. Şamil bu savaşta eşi Cevheret’i, oğlu Said’i ve kızkardeşi Mesedo’yu kaybetmiş, 8 yaşındaki oğlu Cemaleddin’i Ruslara rehin vermek zorunda kalmıştır. Bu dehşet verici savaşlarda sadece insan kaybı olmadı. Ruslar, ancak aylar süren savaşlar sonunda işgal edebildikleri bölgelerde, ağaçları, ormanları yakıp, bir tek canlı yaratık bırakmadan ilerlerdiler. Savaşlara iştirak eden Rus komutanlarından Milyutin, 80 gün devam eden Ahulgo savaşı hakkında hatıratında şu satırlara yer verir; "Artık muharebenin sevk ve idaresi kumandanların elinden büsbütün çıkmıştı. Hiddetlerinden köpürmüş, adeta çıldırmış bir hale gelen dağlılar, ulu orta askerlerimizin üzerine saldırıyor, süngü ucunda can verinceye kadar dövüşüyorlardı. Kadınlar bile kendilerini kudurmuş gibi müdafaa ettiler ve silahsız oldukları halde sıra sıra süngülerimizin üzerine atıldılar. Lakin muvaffakiyet için her türlü fedakarlığı göze almış olan Rus kumandanlığı inatla taarruzlara devam etti. Teslim olmayı katiyyen reddeden dağlılar, hiçbir ümitleri kalmadığı halde kahramanca dövüştüler. Kadınlar, çocuklar ellerindeki kamalarla Ruslara hücum ediyor, süngülerin önünde göz kırpmadan can veriyorlardı. Bazıları ise kendilerini ve çocuklarını korkunç uçurumlara atıyorlardı. Yaralılar bile inanılmaz şekilde dövüşüyordu." Dost ülkelerden hiçbir yardım göremeyen İmam Şamil’in, nihayet elindeki bütün kuvvet kaynakları tükenir ve 1859’un 6 Eylül’ünde Gunip’te Prens Baryatinsky komutasındaki 70.000 kişilik Rus ordusuna, yanında birkaç yüz kişi kalıncaya kadar direndikten sonra teslim olur. İmam Şamil, aile efradı ve 40 kadar adamı Petersburg’a Çar’ın sarayına götürülür. Rus Çarı II.Aleksandr tarafından sarayın kapısında hayrete düşülecek derecede nazik karşılanır. Çar, babası 1.Nikola’ya ve ihtişamlı ordularına tam otuzbeş yıl Kafkasya’yı zindan eden, zamanının bu en büyük kahramanını karşısında görür görmez, yüzünden ve sakalından hayranlıkla öpmekten kendini alıkoyamaz. İmam Şamil bir ay kadar sarayda misafir edildikten sonra, saygın tutsak olarak esaret yıllarını geçireceği Kaluga’ya gönderilir. Ancak Şamil ve ailesine esaret çok ağır gelir. İki yıl içinde Şamil’in simsiyah saçları beyazlar. Büyük kızı Nafisat ile gelini Muhammed Gazi’nin karısı Kerimet üzüntüden vereme yakalanarak ölürler. Aradan ancak on yıl geçtikten sonra Çar, onun Hac’ca gitmesine izin verir. Ancak bir tedbir olarak oğlu Muhammed Şefi’yi alıkoyar ve Hacc’ı ifa ettikten sonra derhal Rusya’ya dönmesini şart koşar. Şamil, 1870 yılında maiyetindeki adamları ile birlikte Rusya’dan ayrılarak önce İstanbul’a uğrar. Sultan Abdülaziz tarafından karşılanarak sarayda ağırlanır. Şamil’in İstanbul’a uğradığı haberi duyulduğunda şehirde yer yerinden oynamış, halk bu büyük kahramanı görebilmek için saray kapılarına akın etmişti. Şamil, aşkına düştüğü son menzile bir an evvel varmak için Sultan’ın kendisine tahsis ettiği gemi ile yola koyulur. Cidde limanında Mekke Emiri, şehrin ileri gelenleri ve mahşeri bir kalabalık tarafından törenlerle karşılanarak Mekke’de Şürefa dairesinde misafir edilir. Hac sırasında orada bulunduğunu duyan, dünyanın dört bir yanından gelmiş yaklaşık yüzbin müslümanın onu görmek için yarattığı izdiham sonucu, hükümet makamları İmam Şamil’i Kabe’nin üstüne çıkarmak suretiyle bu hayran kalabalığın arzusunu tatmin edebildi. Şamil, hac farizasını yerine getirdikten sonra Medine’ye geçer. Medine günlerinde son derece takatten düşer, çektiği büyük ızdırap artık tahammül edilmez bir hal alır ve hastalanarak yatağa düşer. Bütün hayatını ülkesinin milli bağımsızlığına adayan, askeri dehasını bütün dünyaya ve bizzat ebedi düşmanı Rus yüksek makamlarına dahi kabul ettiren, adını dünya tarihine "gelmiş geçmiş en büyük gerilla lideri" olarak yazdıran İmam Şamil 4 Şubat 1871’de 74 yaşında iken hayata gözlerini yumar

Türkler ve İslamiyet


Türkler ve İslamiyet
İslamiyeti kabul etmeleriyle birlikte millet olma sürecini tamamlayan Türkler kısa sürede islamiyeti bir "dünya dini" haline getirmiş,hakimiyeti altında olsun ya da olmasın tüm müslüman azınlıkları koruyup kollama görevini üstlenmişlerdir. Tarihte hiçbir millete nasip olmayacak kadar köklü ve güçlü imparatorluklar kuran Türk Milleti, bu gücünü hiç şüphesiz İslam dininden almıştır
Tarihte hiçbir millete nasip olmayacak kadar köklü ve güçlü imparatorluklar kuran Türk Milleti bu gücünü hiç şüphesiz İslam dininden almıştır. Türklerin İslamiyeti kabulünün en önemli sonucu, islam dinine girmeleriyle millet olma sürecini tamamlayan Türklerin kısa süre içerisinde islamiyeti bir "dünya dini" haline getirmeleri olmuştur


Türkleri İslamiyete Yakınlaştıran Sebepler

Türkleri islamiyete yakınlaştıran en önemli sebep, tevhid inancı olmuştur. Allah'ın birliği inancı Türkler’de çok yaygın olan bir inançtı. Din adamlarını huzuruna çağıran Mengü Kağan, "biz tek Tanrı’nın varlığına, onun sayesinde yaşadığımıza ve onun emri ile öldüğümüze inanıyoruz" demişti. (Süleyman Kocabaş, Adil Türk İdaresi, s.15)
Türklerde Allah'ın birliği inancı "Kök Tengri" (Gök-Kainat Tanrısı) olarak isimlendirilmişti. Türkler’in inançları ile islam inancı arasındaki benzerlik sadece bununla sınırlı değildi. İslamiyet öncesi Türkler ahiret gününe, öldükten sonra dirilmeye, kaza ve kadere inanırlar ve kurban keserlerdi. Zina ve eşcinsellik kesinlikle yasaktı ve hırsızlık ağır ceza ile cezalandırılırdı. (İ. Hami Danışmend, Türk Irkı Neden Müslüman Oldu, s.17) Türklerin islamiyeti kabul etmelerinde islam öncesi Türklerin inançları ile islamiyet arasındaki büyük benzerlikler önemli rol oynamıştır. Bu benzerlikleri kavradıkça islamiyete her geçen gün yakınlık duyan Türkler, Emevi Valisi'nin Horosan'da İslamiyeti yaymak için cami ve medrese açmasına hiçbir tepki göstermemiştir. Bu yakınlaşma süreci Arap Müslümanlarla Türklerin ortak düşmanları olan Çinlilere karşı omuz omuza mücadele etmesiyle doruk noktasına ulaşmıştır.

Dünya Tarihinin Dönüm Noktası

Türkler’in İslam dini ve müslüman Araplarla tanışmasına vesile olan "Talas Savaşı"ndan Çin Ordusu karşısında zorlanan Müslümanların yardımına Türk süvarileri yetişmiştir. Savaşı izleyen Karluk beyinin emriyle savaş alanına giren Türk süvarileri karşısında neye uğradıklarını şaşıran Çinliler Talas Savaşı’nda yenilgiye uğramışlardır. Bu savaşın ardından islamiyet Maveraünnehr’de kalıcı hale gelmiş ve Türkler de uzun zaman Çin tehlikesinden kurtulmuşlardır.
Bölgeye adım atan Müslüman Araplar, Türklerin yüksek ahlaklarını, idarecilik ve savaştaki üstün meziyetlerini yakından tanıma imkanı bulmuşlardır. Bu savaş sonucunda, Türklerin islamiyete girmesiyle bu dinin kısa sürede bir "dünya dini" olacağı inancı doğmuştur. Türklerin müslüman Arapları, Arapların da Türkleri tanımasına neden olan "Talas Savaşı" dünya tarihi için bir dönüm noktası olmuştur.
Talas Savaşı’nın ardından kitleler halinde islam dinine geçen Türkler, iddia edilenlerin aksine hiçbir zorlama ile karşılaşmamışlardır:
"Türkler, İslamiyeti samimi olarak, kendi istekleriyle, hiçbir zorlama ve dış baskı olmaksızın kitle halinde kabul edince, tarihlerinin yeni bir devresine ayak basmış oluyorlardı… Türkler müslüman olmak suretiyle Türklüklerini kemale erdirmiş, adeta tamamlamışlardı." (Yılmaz Öztuna, Türk Tarihinden Yapraklar, s.47)

Müslüman Olmayan Türklerin Akibeti

Türkler islamiyeti kabul etmeselerdi hiç şüphesiz tarihteki milletler mezarlığına gömülürlerdi. İslamiyeti kabul etmeden çeşitli uzakdoğu dinlerinin etkisi altında kalan Türkler, bu dinlerden olumsuz şekilde etkilenmiştir.<İslamiyeti kabul etmeyen Türk boyları, tarih boyunca milli kültürlerini kaybetmeye mahkum olmuşlardır. Nitekim Budizmi eden Tabgaçlar, Museviliği Hazarlar bugün Türklüklerini tamamen kaybetmişlerdir. Allah’ın insanlığa son mesajı olan Kuran’ın yolunu izleyen hiçbir boyu benliğini kaybetmemiştir.>
Türklerin islamiyeti kabulünden çok önce M.S 375 yılında Avrupa’ya ayak basan ilk Türkler olarak tarihe geçen Hunlar, siyasi ve askeri açıdan uzun yıllar kendinden söz ettirmiş ancak çeşitli uzakdoğu dinlerinin etkisi altında kaldıkları için Türklüklerini kaybetmişlerdir. Büyük bir kısmı Hristiyanlaşan bu Hun Türkleri sosyal asimilasyona uğrayarak milli varlıklarını kaybetmişlerdir. Dün olduğu gibi bugün de Müslüman olmak ve islamiyetin gereklerine uygun bir yaşam sürmek Türk Milleti’nin varlık şartı olarak önemini korumaktadır. (Süleyman Kocabaş, Adil Türk İdaresi, s.17)

Türklerin İslam Dünyasındaki Liderliği

İslamiyeti kabul eden Türkler "İlahi Kelimetullah" davası uğruna tüm dünyaya Türk-İslam adalet ve hoşgörüsünü götürmekle kalmamış, hakimiyeti altında 30’dan fazla din ve ırktan insanı koruyup kollamayı kendisine vazife bilmiştir.
Türkler İslam dünyasının önderlik görevini ilk olarak Selçuklu Devleti zamanında kazanmışlardı. Selçuklu devleti ve onun mirası üzerine korulan Osmanlı Devleti, sınırları içerisinde olsun ya da olmasın islam ülkelerine yapılan saldırıları kendi ülkesine yapılan bir saldırı olarak kabul ediyordu. Yavuz Sultan Selim Mısır’da hüküm süren Memlüklü Devleti’ne son vermesi üzerine islam dünyasının önderliği manevi olarak da Türklere geçti ve tüm islam dünyasının başkenti İstanbul oldu.
Mısır’ın ardından Kuzey Afrika ülkeleri de birer birer Osmanlı sınırlarına dahil edildi. İspanyol işgaline uğrayan Cezayir’e çıkarma yapan Barbaros Hayrettin Paşa bölge halkının sevgi gösterileriyle karşılandı. Türklerin Cezayir’e adım atışıyla birlikte İspanyolların ve İspanyollarla işbirliği içerisinde bulunan Cezayirli yöneticilerin halka yapmış oldukları zulüm son buldu.Cezayir’le birlikte Tunus, Fas, Libya, Irak, Körfez Ülkeleri ve Yemen’de Osmanlı topraklarına dahil edildi.
Türkler hakimiyeti altındaki topraklarda hiçbir zaman emperyalist bir yaklaşım içerisinde olmadı. Özellikle halkı müslüman olan ülkelerdeki insanlar, her alanda Türklerle eşit haklara sahipti. Arap halkları İslamiyete yapmış oldukları hizmetlerden dolayı Osmanlı Sultanlarına ve Türklere büyük sempati duyuyorlar ve "kavmi necip" olarak isimlendiriyorlardı. 4. yüzyıl Türk idaresi altında yaşayan Araplar, her türlü iç ve dış saldırıya karşı güven içinde bir yaşam sürdüler.
19. asırda bölgedeki doğal kaynaklara göz diken Batı ülkelerinin kışkırtmalarıyla Arap ülkelerinde esen bağımsızlık rüzgarı iddia edilenin aksine huzur ve güven ortamı sağlamadı. "Türkler Arap ülkelerinde sömürgecidir" iddiasıyla Arapları kışkırtılan Batılı güçler, 2. Dünya Savaşı sonuna kadar bu ülkeleri emperyalist çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır

Türk, bütün varlığı ve heyecanı ile islamiyete koşarken hasretle beklediği
dine kavuşmanın mutluluğunu yaşamıştır. "Allah’tan başka ilah yoktur"
diyen, "cihad" emri ile "alplik ruhunu" besleyen, öte yandan "hak yolda"
alimlerin akıttığı mürekkebi, şehid kanından daha mübarek bulan
islamiyet, kısa zamanda Türk’ün ruhunu keşfetmekle kalmamış, Türk’ü
yeniden Türk’e buldurmuştur.
S. AHMET ARVASİ



Türk Milleti'nin Şanlı Tarihi


Türk Milleti'nin Şanlı Tarihi
Türk çocuğu ecdadını (atalarını) tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır."  Mustafa Kemal ATATÜRK
Türkler 2000 yıldan bu yana tarih sahnesinde yer almış, dünya tarihine damgasını vurmuş şanlı bir millettir.
Türk milleti asırlar boyunca üç kıtada eşsiz devletler kurmuş, tarihe unutulmaz zaferler kazımış, ayak bastığı her yere barış, adalet ve medeniyet götürmüş, dünya milletlerine örnek olmuştur.
Şanlı tarihimizden Mete, Alparslan, Çağrı Bey, Kılıçarslan, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman gibi dünyanın takdirini kazanmış sayısız önemli lider gelip geçmiştir.
Türk tarihinde, tüm dünyaya ün salmış 16 büyük devlet dikkat çekmektedir.
Günümüzde de Cumhurbaşkanlığı forsu 16 yıldızdan oluşur ve her bir yıldız şanlı Türk tarihinde kurulmuş olan bu devletleri temsil eder.
Hun Devleti, Batı Hun İmparatorluğu, Avrupa Hunları, Akhunlar, Göktürk Devleti, Uygur Hakanlığı, Avar Devleti, Hazar Devleti, Karahanlılar, Gazneliler, Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Hârizmşahlar Devleti, Timurlar Devleti, Bâbur Devleti, Altınordu Hanlığı ve 3 kıtaya hükmeden Osmanlı İmparatorluğu
Türkler her dönemde kültür ve uygarlığın öncüsü olmuşlardır. Türk Milleti'nin kültür birikimini derinden etkileyen en önemli unsur ise İslamiyet'in kabulü olmuştur. Müslümanlığa giriş Türk tarihinde çok önemli bir mihenk taşıdır.
Türkler örflerinin gereği olan dürüstlük, mertlik, cesaret gibi hasletleri İslamı yaşamaya başladıktan sonra daha da pekiştirmişlerdir. Türk Milleti'nin özündeki değerlerin Kuran ahlakı ile birleşmesi, dünya tarihini derinden etkileyen gelişmelere yol açmıştır.
Örneğin Malazgirt savaşı Türk tarihinde çok önemli bir dönüm noktasıdır. Bizans'ın 200 bin kişilik ordusuna karşı, Selçuklu Devleti’nin kuvvetleri sadece 50 bin kadardı. Sultan Alparslan bu durumda 26 Ağustos 1071 Cuma günü sabahı etkileyici ve coşkulu bir konuşma yaptı:
"Kumandanlarım, askerlerim! Biz ne kadar az olursak olalım, onlar ne kadar çok olursa olsunlar, daha fazla bekleyemeyiz. Bütün Müslümanların minberlerde bizim için dua ettiği şu saatlerde kendimi düşman üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım, ya şehit olur cennete girerim... Askerlerim! İşte atımın kuyruğunu bağladım. Bir er gibi savaşa gireceğim. Üzerimde sultanlık belirtisi hiçbir şey yoktur. Şehit olursam, üzerimdeki şu beyaz elbise kefenim olsun. O zaman ruhum göklere çıkacaktır... Ya Rabbi! Seni kendime vekil ediyor, azametin karşısında yüzümü yere sürüyor ve Senin uğrunda savaşıyorum. Allah’Im, niyetim halistir, bana yardım et. Sözlerimde yalan varsa beni kahret." (Osman Turan, Tarih Akışı İçinde Din ve Medeniyet, 1980, s. 129)
Alparslan sayıca çok üstün olan Bizans kuvvetlerine karşı, Türk savaş taktiği olan "Turan taktiği"ni başarıyla uygulamış, Yüce Allah’a güvenip dua etmiş  ve Türk milletine şanlı bir zafer kazandırmıştır. Malazgirt Zaferi sonuçları itibarıyla hem Türk tarihi, hem de dünya tarihi bakımından çok büyük bir önem taşımaktadır. Böylece Anadolu kapıları Türklere tamamen açılmıştır, Türkiye Cumhuriyeti'ne kadar uzanan Türkiye tarihi başlamıştır. Artık Anadolu, ebediyen Türk ülkesi olmuştur.
Osmanlı Devleti ise üç kıtada, dinleri, dilleri, kültürleri, ırkları farklı milyonlarca insanı barış içinde birarada tutarak altı asır boyunca yönetmiştir.
Geçmişte olduğu gibi bugün de Müslüman Türk Milleti sabrı, imanı ve güzel ahlakı ile mazlumun yanında, zalimin karşısında yer alacak, farklı kültürlerden ve kökenlerden gelen insanları adalet ve hoşgörü altında  birleştirecek ve tüm dünyanın özlemini çektiği barış ve güvenlik ortamını oluşturacaktır.
Türk- İslam Birliği’nin kurulmasıyla 21. yüzyıl, Allah'ın izni ile, tüm Müslüman ve Türk halkları için aydınlık bir çağ olacaktır..

TANRI DAĞLARI


…Türklerin Ana Yurdu…
TANRI DAĞLARI
http://resim.bilgicik.com/Turk_tarihi_ve_kulturu/tanri_daglari.jpg

Türkler M.Ö. 2000 yılından daha eski çağlarda, Orta Asya’da Sayan-Altay dağlarının kuzeybatı bölgesinde, Ye-nisey ırmağı boylarında yaşıyorlardı. M.Ö. 1500′lerde oturdukları geniş bölge Sayan dağlarından Altaylar’a ve Tanrı dağlarına kadar iniyor, batıda Urallar’a kadar uzanıyor, güneyde Balkaş gölünü, güneybatıda Aral gölünü, Hazar denizini ve kuzeydoğu bozkırlarını içine alıyordu.
M.Ö. 1100 yıllarından itibaren Türkler ilk yurtlarını boşaltarak Altaylar’a inmiş, Türkistan’a (Doğu ve Batı Türkistan) yerleşmişlerdi. M.Ö. yedinci yüzyılda, Ordos, Volga ve Kuzeybatı Asya olmak üzere üç yöne göç yapılmıştı: Yakut Türkleri Kuzeydoğu Sibirya’ya göç etmişti. Onlarla bir süre yaşayan Çuvaşlar ise batıya yönelerek Ural dağlarının güneyine indiler.http://resim.bilgicik.com/Turk_tarihi_ve_kulturu/turk_atlisi.gif
M.Ö. 4. ve 3. yüzyıllarda Türkler hem batıda, hem doğuda yoğun olarak göründüler. İrtiş nehrinin batısında ve Hazar çevresinde yaşayanlara Batı Türkleri; doğuda, iç Asya’nın çeşitli yerlerinde ve kuzeybatı Çin’de yaşayanlara ve buralara hâkim olanlara Doğu Türkleri denildi.
• Yayılma sebepleri
Türkler yaradılış olarak taşkın ruhlu, çok hareketlidirler. Fakat göçlerin asıl sebebi bu özellikleri değildir. Türk göçlerinin ilk sebebi ekonomiktir. Nüfusun artması, anayurt topraklarının büyük hayvan sürülerini otlatmaya yetmez hâle gelmesi ve kuraklıkların hüküm sürmesi asıl sebeptir. Bu yüzden, hem nüfusları az, hem de toprakları çok verimli olan komşu ülkelere doğru ilerlediler. Başlangıçta ele geçirdikleri yeni topraklar hemen hemen ıssızdı ve bunlara sahip görünenler de o verimli yerleri öylece bırakmışlardı.
Bazen Türkler de yabancıların baskısına uğruyor ve özellikle bozkır hayatı yaşayan boylar yurtlarını terketmek zorunda kalıyorlardı. Çünkü, yabancı bir devletin idaresinde olmak, bağımlı yaşamak onların katlanabileceği bir durum değildi ve hür ve bağımsız kalmak Türklerin asıl özelliği idi.
İlk büyük Türk İmparatorluğu’nu kuran Hunların, Orhun-Selenga ırmakları ile bu ırmakların batısındaki Ötüken ve daha aşağıda kalan Ordos çevresinde oturduklarını biliyoruz. Bu bölge, bugünkü Moğolistan’ı ve Kuzey Çin’i içine alır.

http://resim.bilgicik.com/Turk_tarihi_ve_kulturu/yayilis.gif

Milâttan önceki yüzyıllarda başlayan Hım yayılması, milâttan sonra da devam etti. Türkler, çağ çağ çeşitli adlar verdikleri devletlerinin egemenlik sınırını doğuda Büyük Okyanus’a, batıda Avrupa içlerine, kuzeyde Sibirya buzullarına, güneyde Hindistan içlerine ulaştırdılar. Bu yayılmanın ve göçlerin safhaları ana hatlarıyla şöyledir:
•M.S. 2. yüzyılda Hunlar Orhun bölgesinden Güney Kazakistan bozkırlarına ve Türkistan’a,
•M.S. 350 yıllarında Ak-Hunlar Afganistan ve Kuzey Hindistan’a,
•374′ten sonraki yıllarda Avrupa’ya,
•461-465 yıllarında Oğuzlar, Güneybatı Sibirya’dan Güney Rusya’ya ve aynı dönemde Sabar’lar Aral’ın kuzeyinden Kafkaslar’a,
•6. yüzyılın ortasında Avarlar, Orta Asya’dan Orta Avrupa’ya,
•669 yılından itibaren Bolgarlar, Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlar’a ve Volga nehri kıyılarına,
•830′dan itibaren Macarlar ve bazı Türk boyları Kafkaslar’ın kuzeyinden Orta Avrupa’ya,
•840′tan sonra Uygurlar Orhun bölgesinden İç Asya’ya,
•10. ve 11. yüzyıllar arasında Peçenek, Kuman (Kıpçak) ve Oğuzlar’ın bir kolu olan Uz’lar, Doğu Avrupa’ya ve Balkanlar’a,
•10. yüzyılda Oğuzlar Orhun bölgesinden Seyhun nehri kıyılarına ve 11. yüzyılda Ma-veraünnehir üzerinden İran’a ve Anadolu’ya göç ettiler. Bilindiği gibi Maveraünnehir Ceyhun ve Seyhun (Amuderya ve Sırderya) havzalarını içine alır.

Dokuz Işık Nedir?



Dokuz Işık Nedir?
Dokuz Işık, Ülkücü Hareket'in merhum Başbuğu Alparslan TÜRKEŞ'in, Türk milletini ahlâkta, san'atta, ilimde ve teknikte en ileri ve medenî ülkeler seviyesine çıkarmak için, Türk Devletini güçlü ve Türk Milletini mutlu yapmak için, modern teknikler ile çağdaş ilmin
verilerinden faydalanarak, Türk milletinin imkân ve şartlarını da göz önünde bulundurarak hazırladığı DOKTRİN'DİR.
Ülkücü Hareket'in Başbuğu merhum Alparslan TÜRKEŞ, Yeni Ufuklara Doğru isimli kitabında, DOKUZ IŞIK ile ilgili olarak şunları yazıyor:


“Türk Milleti, kendi millî tarihini, örf, âdet ve ananelerini kendi millî hasletlerini dikkate alan, modern ilmi ve tekniği önder alan yüzde yüz yerli ve millî bir idare sistemi kurmalıdır. Çünkü her milletin idare sistemi kendi şartlarına, tercihine ve millî özelliklerine göredir. Herhangi bir milletin sistemini olduğu gibi almak gerçeklere uymaz. ..... Aydınlar, kapitalist ve komünist
sistemleri aynen tatbike çalışıyorlar. Bunların hepsi taklitçiliktir. Her milletin durumunun başka olduğunu nazarı dikkate alarak, biz diyoruz ki, yeni millî bir doktrin, bir sistem lâzım. Bu doktrin Dokuz Işık'tır.”


“Bu millî doktrin her şeyini Türklüğün tarihinden almış olan, modern ilmi, tekniği önder kabul etmiş olan bir görüştür. Bunun kuvvetini almış olduğu temel kaynak MÜSLÜMANLIK VE TÜRKLÜKTÜR. Türk insanına karşı sonsuz sevgi, insan haysiyetine karşı sonsuz saygıdır. Niye temel kaynak Müslümanlık ve Türklüktür? Çünkü, bu millet Müslüman
Türk milletidir. Türk olarak binlerce yıllık şanı, şerefi var. Bin yıldır Müslümanlığı benimsemiştir. Son 50-60 yıl içindeki aydınlar dine cephe almışlar, Müslümanlığı tanımamışlar, O'nu zararlı göstermişlerdir. Onlar diyor ki; Avrupa Hıristiyan olduğu için ileri
gitti. Biz Müslüman olduğumuz için geri kaldık. Bu böyle değildir. Ana meseleleri kavrayamayan taklitçi aydınlar yetiştirdiğimiz için geri kaldık.”


“Geri kalmanın dinle alâkası yoktur. Varsa bile, bu da, dinin bazı din adamlarınca yanlış telkin edilmesi yüzünden olmuştur. Müslümanlık en mütekâmil dindir. İlme değer vermiş, ilmin, tekniğin ileri gitmesini sağlamıştır. Orta Çağda medeniyet, Doğu'da Müslümanlar
sayesinde kuruldu. O medeniyet İslâm Medeniyeti'ydi. Bugünkü Avrupa Medeniyeti, orta çağdaki, İslâm Medeniyeti'nden doğmuştur.”


“Bugün birçok batılı âlimin de ilmen tespit edip, kabul ettiği gibi, Batı Medeniyeti'nin temeli eski Yunan, eski Roma Medeniyeti, Hıristiyanlık değil, Türk-İslâm Medeniyeti'dir. Bu nasıl olmuştur? Türk- İslâm Medeniyeti'nin en yüksek zamanlarında, Haçlı Orduları Müslüman
memleketlerine girmiş; Avrupa bu büyük medeniyeti gördüğünde hayret etmiş, orduları geri dönerken, o medeniyetten ilhâm almışlardır. Haçlı seferleri yüz yılarca sürmüştür.”


“Bir çok Avrupalı âlimler İspanya'da, Endülüs Emevileri'nin hüküm sürdüğü tarihlerde Endülüs'te ilim tahsil etmişlerdir. Müslümanlardan ilim almışlardır. Riyaziye ilminin, onun bir kolu olan alcebra (cebir) ilmini Endülüs’ten öğrenmişlerdir. Astronomiyi
Müslümanlardan öğrenmişlerdir. Daha sonra Endülüs Devleti'nin yıkılması ile oradaki ilim kitaplarının Avrupalılarca kaçırıldığı ve bugün Avrupa kitaplıklarında bulunduğu bir gerçektir. Daha birçok Müslüman Türk âlimlerinin büyük buluşları vardır. En son, Fatih'in İstanbul'u fethetmesiyle ilim Avrupa'ya gitmiştir. İstanbul'u terk eden âlimler İtalya'da İslâm fikrini söylemişler, ondaki büyüklüğü anlatmışlar, ondan ilhâm alarak Rönesans’ı başlatmışlardır. Görülüyor ki, Avrupalıların ileri gitmesinin sebebi Hıristiyanlık, Türklerin geri kalmasının sebebi Müslümanlık değildir.”


“Milletler dinsiz yaşayamaz. Her milletin bir dini vardır. Din toplum için de sosyal bir müessesedir. Bu müesseseyi, hiçbir toplum hayatından söküp çıkaramamıştır. Komünistler din düşmanıdır ve derler ki, din milletleri uyuşturan bir afyondur. Fakat onlar bile bunu
söküp atamamıştır. Bugün Rusya'da kilise her şeyiyle yaşatılmaktadır. Toplumun hayatını mutlu kılmayı düşünen, toplumu yüceltmek isteyen aydınlar bunu nazarı dikkate almalıdırlar. Bunu size ilmî olarak söylüyoruz. Bir de, işin öteki cephesi var. Dinin insanları kötü yoldan
çeviren, mutluluğa götüren esasları olduğunu biliyoruz.”


“Demek ki Dokuz Işık'ın temel kaynaklarından birisi budur; Türklük şuuru, İslâm imanı, İslâm ahlâk ve fazileti...”


“Dokuz Işık'ın diğer kaynağı İNSAN SEVGİSİ, İNSAN HAYSİYETİNE SONSUZ SAYGI'dır. Türk milleti olarak, bizim millî karakterimizin bir hususiyeti vardır. Biz Türkler ne başkalarına uşaklık etmeyi, ne de başkalarını uşak olarak kullanmayı kabul etmeyiz. İnsanlık haysiyetine saygı duymayan, Türk insanına karşı gönlünde sevgi taşımayan, Türk
milletini, Türk halkını hor gören zihniyete karşıyız. Dokuz Işıkçılar olarak bizler, Türk halkını, Türk insanını Allah'ın mukaddes bir emâneti telakki etmekteyiz. İdareci ve aydınların milletimizin bütün fertlerine bu anlayış içinde hizmet etmeleri, hangi mevkide olurlarsa olsunlar, mevki farkı, zenginlik farkı gözetmeksizin herkesin hakkına, hukukuna riayetkâr olmaları, ancak gönüllerinin insan sevgisi ve insan haysiyetine sonsuz saygı ile dolu olmasına bağlıdır.”


“Dokuz Işık, dokuz ana ilkeye dayanır. Bunlar:


1. Milliyetçilik,
2. Ülkücülük,
3. Ahlâkçılık,
4. Toplumculuk,
5. İlimcilik,
6. Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik,
7. Köycülük,
8. Gelişmecilik ve Halkçılık,
9. Endüstricilik ve Teknikçilik”tir ki, biz bu ilkeleri, bundan
sonra ki bölümde sırasıyla, Ülkücü Hareket'in merhum Başbuğu Alparslan TÜRKEŞ'in yazdıklarını iktibas ederek anlatmaya çalışacağız...


Böylece, merhum Alparslan TÜRKEŞ'in, 1965 yılında, CKMP'ne Genel Başkan seçilmesiyle birlikte, Milliyetçilik Türkiye'de ilk defa, bir ideoloji, hatta bir parti ideolojisi haline geldi... Getirildi... Bunu, Ülkücü Hareket'in Başbuğu merhum Alparslan TÜRKEŞ şöyle ifade
ediyor:


“Millet ve ülkemizi bölüp yıkmak isteyen her türlü yabancı ideoloji zehirlerinin panzehiri Türk milliyetçiliği ideolojisidir. Türk Milliyetçiliği bugün, bir dernek veya grup çalışması olmaktan çıkmış, partimizin ideolojisi olmuştur.”


Merhum TÜRKEŞ, DOKUZ IŞIK'ta da şöyle yazıyor:


“Amacımız, millî sınırlarımızın içinde yaşayan yurttaşlarımızı, hiç bir ayırım
yapmaksızın, din, mezhep ve ırk farkı gözetmeksizin kucaklamak, sevmek, insanca yaşama şartlarına kavuşturmaktır. Millet ve ülke bütünlüğümüzü bölücü, her türlü sınıfçı, mezhepçi ve ırkçı sistemlerin amansız düşmanıyız... Sınıfçı sosyalizme, kapitalizme, bunların birer sapması olan komünizme, faşizme ve nasyonal sosyalizme karşıyız. Başka milletlerin bir kültür ve tarih ürünü olan bu yabancı ideolojilerin Türk devlet felsefesinde yeri yoktur.”


Gerçekten de, DOKUZ IŞIK'ta her türlü sınıfçılığa ve işçi veya işveren iktidarına karşı çıkılıyor, milletin altı sosyal dilimden yani, köylü, işçi, serbest meslek mensubu, esnaf, memur ve işverenden meydana geldiği gibi, yönetim ile Millet Meclisi'nin de bu altı sosyal dilim tarafından teşkil edilmesi gerektiği ifade ve iddia ediliyordu ki, bu Türk milletinin Millî Bütünleşmesini sağlayacağı gibi Millî Demokrasi'nin kurulmasını da temin edecektir.


Altı sosyal dilim kendi içinde teşkilâtlanacak ve Millet Meclisi bu sosyal dilimlerin temsilcilerinden oluşacak böylece hem siyasal katılım sağlanmış olacak... Hem de bu sosyal dilimler kendi bünyelerinde oluşturacakları tasarruf ve yatırım sandıkları vasıtasıyla, üretime katılacaklardı... Böylece sermaye, tabana yayılmış olacak, gelir dağılımındaki adaletsizlik azalacak ve sosyal adalet gerçekleşecekti... Böylelikle de sosyal dilimlerin mensupları
çalıştıkları fabrikanın ve işyerinin mülkiyetine, yönetimine ve kârına ortak olacaktı... Bu şekilde, üçüncü bir sektör olan MİLLET SEKTÖRÜ doğacaktır ki, millet sektörü Dokuz Işık'ın orijinal tezlerinden biridir... Millet Sektörü, bugün artık iyice laçkalaşmış olan ikili
karma ekonomi düzenini dengeleyecek ve üçlü bir karma ekonomi düzeni haline dönüşmesini sağlayarak, düzene çekidüzen verecektir...


Millet Sektörü'nün temeli, sanayi mülkiyetinin, üretim vasıtaları sahipliğinin yaygınlaştırılmasıdır... Millet Sektörü'nün esası, vatandaşın küçük tasarruflarının bir sandıkta biriktirilerek büyük sermayeler halinde ve vatandaşın kontrolü altında yatırıma sevk edilmesi ve kârının vatandaşa dağıtılmasıdır...


DOKUZ IŞIK, siyasette Başkanlık Sistemi ile üç yüz üyeli Tek Meclis görüşünü savunmaktadır... Tek Meclis bugün için belki bir anlam ifade etmeyebilir ama bu fikrin ortaya atıldığı zaman Türkiye'de Millet Meclisi'nin yanında bir de Senato'nun bulunduğu hatırlanırsa, Tek Meclis tezinin manâsı daha iyi anlaşılabilir... Tek Meclis, çabuk karar alabilme ve icrada süratli hareket edebilmek... Başkanlıksa, Türk milletinin tarihî tecrübesi ile çağdaş yönetim anlayışına uygunluk ve güçlü idare demektir.


DOKUZ IŞIK iş hayatında da emek-sermaye barışı ile her iş kolunda millî, tek ve mecburi sendikacılık görüşünü ileri sürmektedir.. Gerçekten de İşçi ve İşveren sosyal dilimleri arasındaki zıtlaşma ve çekişmeler ile bunlardan doğan grev ve lokavtlar milletimize çok pahalıya mal olmakta ve ülke kalkınmasında kullanılabilecek enerji, emek ve zaman bir bakıma boşa harcanmaktadır... Millî Tek ve Mecburi Sendikacılık ile İşveren karşısında güçlenen İşçi Sendikaları, hem temsil ettiği sosyal dilimin haklarını daha iyi savunabilecek ve hem de İşveren kesiminin haklı taleplerini daha rahat karşılayabilecektir.. .Bu da, başka birtakım tedbirlerle birlikte emek-sermaye barışının kurulmasını temin edebilecektir... DOKUZ IŞIK'ın temel prensibi, emeğe hak ve saygı, sermayeye güven'dir...


DOKUZ IŞIK köy ve köycülük meselesine de özel bir önem atfetmekte ve bu konuda da orijinal bir tez olan Tarım Kentleri projesini teklif etmektedir... Tarım Kentleri esas olarak dağınık köylerin toplulaştırılmasını, hizmetin ve şehirlerde bulunan imkânların köylünün ayağına götürülmesini, sanayinin bütün yurda dengeli bir şekilde dağıtılmasını, dolayısıyla bölgelerarası dengesizlikler ile şehre göçün kontrol altına alınmasını ve bu suretle gecekondulaşma meselesine de kaynağında çare bulunmasını hedef almaktadır... Tarım
Kentleri'nin hedefi kalkınmayı köye götürmektir...


DOKUZ IŞIK kalkınma ve sanayileşme meselesine de özel bir ehemmiyet vermektedir... DOKUZ IŞIK Türkiye'de yıllardır uygulanan merkezden çevreye sanayileşme politikasını yanlış bularak, yerine çevreden merkeze doğru bir sanayileşme politikasının kurulması
gerektiğini ifade ve iddia etmektedir... Böylece bölgeler ve şehirlerarası kalkınmışlık dengesizlikleri ortadan kaldırılabilecektir...


DOKUZ IŞIK, her sahada olduğu gibi, kalkınma yolu bakımından da taklitçiliği reddetmektedir. İleri milletlerin çağına ulaşmak için, onların geride bıraktıkları mesafeleri aynen yürümemize gerek yoktur. Millî dinamizm ve potansiyeli, bir harp zamanı dikkati ve heyecanıyla seferber ederek, Türk milletini çağlar üzerinden aşırarak, atom ve füze çağına ulaştırmak, DOKUZ IŞIK'ın temel hedeflerinden biridir ve bu da orijinal bir tezdir.


DOKUZ IŞIK en büyük önem ve ehemmiyeti, her şeyin sebebi ve gayesi olan İNSAN'a ve O'nun eğitim ve öğretimine vermiş... Milliyetçi Eğitim Sistemi isimli bir eğitim projesi hazırlayıp, kamuoyuna duyurmuştur. Bu proje şimdiye kadar uygulanmış olsa idi, Türkiye'nin
bugün yaşamak zorunda kaldığı meselelerin hepsi de daha meydana çıkmadan bertaraf edilebilecekti... Ne kadar acı...


DOKUZ IŞIK'ta, bize göre, dikkat edilirse tespit edilebilecek, çok mühim bazı özellikler vardır... Bir defa dokuz ilke rasgele sıralanmamıştır; Milliyetçilik ile başlayıp Endüstricilik ve
Teknikçilik ile biten sıralamada soyuttan somuta doğru bir gidişin olduğu açıkça görülmektedir... Bu, DOKUZ IŞIK'ın maddeden ziyâde manâya öncelik ve ehemmiyet verdiğini göstermektedir ki, bu da, İslâmiyet'e riayetin açık bir göstergesidir.


İkinci özellik de, DOKUZ IŞIK'ta bir takım dengelere bilhassa itinâ ve dikkat gösterilmesidir ki, bu dengeleri şöylece sıralamak mümkündür:


Fert-Cemiyet, Tarım-Sanayi, Madde-Manâ, Devlet-Millet, Doğu-Batı, Muhafazakârlık-İnkılâpçılık, İdealizm-Realizm... Meselâ, hem Toplumculuk ilkesinin hem de Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik ilkesinin birlikte bulunması DOKTRİN'de fert-cemiyet dengesine; hem Köycülük hem de Endüstricilik ve Teknikçilik ilkesinin birlikte bulunması DOKTRİN'de
tarım-sanayi dengesine; hem Ahlâkçılık hem de İlimcilik ilkesinin birlikte bulunması DOKTRİN'de manâ-madde dengesine; hem Milliyetçilik hem de Gelişmecilik ve Halkçılık ilkesinin birlikte bulunması DOKTRİN'de muhafazakârlık-inkılâpçılık ilkesine; hem Ülkücülük hem de Endüstricilik ve Teknikçilik ilkesinin birlikte bulunması DOKTRİN'de
idealizm-realizm dengesine, v.d; dikkat ve itinâ gösterildiğini ispat etmektedir ki, bunun önem ve ehemmiyetini izah bile gereksizdir... Tabii ki, bu özelliği bilmeyen ya da bilmek istemeyen birtakım kimseler DOKTRİN'de, ilkeler arasında çelişki var sanıyorlar... Ne yapalım, varsın öyle sansınlar!..


Kutlu Türk milleti mutlu ve müreffeh, kutsal Türk devleti de güçlü ve büyük olmalıdır. Bu amacı biz, Müslüman ve Dokuz Işıkçı Türk Milliyetçileri, Milli Doktrin DOKUZ IŞIK ile gerçekleştireceğiz!

ZİYA GÖKALP

ZİYA GÖKALP

Hayatı ve Kişiliği
Ziya Gökalp, 23 Mart 1876 yılında Diyarbakır'da doğmuştur. Kendisine, babasının isteği üzerine Mehmet Ziya ismi verilmiştir. Babası, Vilayet Evrak Memuru Mehmet Tevfik Efendi (1851-1890), annesi Zeliha Hanım'dır (1856-1923). İlköğrenimini 1883 yazında kayıt yaptırdığı Mercimekörtmesi Mahalle Mektebi'nde tamamlamıştır. Hürriyetle ilgili ilk fikirlerini ise 1886 yılında girdiği Mektebi Rüştiye-i Askeriye'de (Askeri Lise) hocası Kolağası İsmail Hakkı Bey'den edinmiştir. 1890 yılında amcası Müderris Hacı Hasip Bey'den dersler almaya başlayan Gökalp, 1891 yılında ikinci sınıftan kayıt yaptırarak İdadi-i Mülkiye'ye başlamıştır. 1893 yılında öğretmeni Doktor Yogi'den felsefe dersleri, Maarif Müdürlüğü ve İdadi'de (orta öğretim) tarih öğretmenliği yapan Mehmet Ali Ayni'den ise tarih dersleri almıştır. Ziya Gökalp, Mehmet Ali Ayni'den gördüğü derslerde tarihin nasıl muhakeme edileceğini öğrenmiştir. Fakat İdadi'nin 7 yıla çıkartılması üzerine Gökalp, buradan ayrılmıştır. Toplumun yaşadığı sıkıntıların üzerinde bıraktığı izlerin yanı sıra, ekonomik olanaksızlıklar yüzünden İstanbul'da öğrenimine devam edememesi ve ailesinin evlilik baskıları gibi nedenler Ziya Gökalp'ı bunalıma sürükleyince, 1894 yılında intihar girişiminde bulunmuştur. Hilmi Ziya Ülken, Gökalp'ın intihar sebebi olarak, Hocası Dr. Yorgi Efendi'den aldığı felsefe eğitimi ile ailesinden aldığı dini muhafazakâr eğitim arasında yaşadığı çatışmayı göstermektedir.
İntihar olayından sonra kendini tekrar okumaya ve bilime veren Gökalp, eğitimine devam etme isteğiyle 1895 yılında kardeşi ile birlikte yeniden İstanbul'a gelmiştir. Fakat parası olmadığı için ancak ücretsiz olan Veteriner Mektebine kayıt yaptırabilmiştir. Gökalp, İstanbul'da bulunduğu bu dönemde Batı kültürünü de tanımaya yönelmiştir. Okulda yasak yayınları okuması ve farklı çıkışları ile dikkati çeken Gökalp, 1899 yılında geçirdiği soruşturmanın ardından ‘yasak kitapları okuma ve zararlı derneklere üye olma' gerekçesiyle cezaevine gönderilmiştir. 12 aylık cezaevi yaşamından sonra, okuldan da uzaklaştırılarak Diyarbakır'a sürülmüştür. 1900 yılında amcasının kızı ile evlenerek Diyarbakır'a yerleşen Gökalp, küçük memuriyetlerde çalışmaya başlamıştır. Bu dönemde Gökalp, bir taraftan eşinin mal varlığı ile rahat bir hayat yaşamaya başlamış; diğer taraftan ise, el altından hürriyet çalışmalarını sürdürmeye devam etmiştir. 1903 yılından sonra Diyarbakır Ticaret Odası'nda çeşitli görevlerde bulunmuş; bu sırada, Vilayet Gazetesi Başyazarlığı görevini de yürütmüştür. 1905 yılında, halka yaptığı kötülükler dolayısıyla aşiret reisi İbrahim Paşa'ya karşı çıkarak halkı ona karşı ayaklandırmıştır.
Ziya Gökalp, 1908'de İttihat ve Terakki'nin Diyarbakır, Van ve Bitlis heyetlerinin müfettişliğine atanmıştır. 1909 yılında Darülfünun'da hocalık yapmak üzere İstanbul'a gelen Gökalp; orada birkaç ay kalmış, yeterli ücret alamadığı için tekrar Diyarbakır'a dönerek, "Peyman" gazetesini çıkarmaya başlamıştır. 1909 yılının son aylarında ise İttihat ve Terakki tarafından Selanik'e gönderilmiştir.
Ziya Gökalp, 1912'de ailesi ile birlikte bir kez daha İstanbul'a yerleşmiştir. Bu dönemde, Darülfünun ve Eğitim Fakültesinde Gökalp'ın eğitimle ilgili görüşleri kabul edilmiş; ders programları, okutulacak dersler ve kitaplar onun önerileri doğrultusunda kararlaştırılmıştır. Bu dönemden itibaren düşüncelerini ve çalışmalarını Türkçülük etrafında şekillendiren Gökalp, aynı zamanda hayatının en yaratıcı dönemini de yaşamıştır. 1913 ve 1914 yıllarında kendisine teklif edilen Maarif Nazırlığı (Milli Eğitim Bakanlığı) görevini kabul etmemiş, Edebiyat Fakültesinde İctimaiyyat Müderrisliği (Sosyoloji Hocalığı) görevine devam etmiştir. Bu göreviyle birlikte Gökalp, İstanbul Üniversitesi'nde ilk sosyoloji profesörü olmuştur.
Gökalp'ın Kızılelma adlı eseri 1914'de yayınlanmıştır. 1917'de "Yeni Mecmua" yayın hayatına başlamıştır. 1918'de ise Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak adlı eseri ile Yeni Hayat isimli şiir kitabını yayınlamıştır. 
1919 yılının Ocak ayında, ‘asayişi bozma ve Ermenilere zor kullanma' iddiasıyla Divan-ı Harp'te (askeri mahkeme) idam cezası ile yargılanan Gökalp, idam cezası almamış, ancak Malta'ya sürülmüştür. Malta'da çok sıkıntılı bir yaşam süren, Gökalp sürgün döneminde çalışmalarına bir süre ara vermek zorunda kalmıştır. 30 Nisan 1921'de Kars Savaşında esir alınan İngilizlerin karşılığında Malta'da esir Türklerin serbest bırakılması ile birlikte Yurda dönerek Diyarbakır'a yerleşmiştir. 
1922'de Muallim Mektebi'nde (Eğitim Fakültesi) felsefe dersleri vermeye başlayan Gökalp, bir taraftan da dergi çıkarma çalışmalarına devam etmiştir. Bu dönemde, Ahmet Ağaoğlu'nun desteği ile "Küçük Mecmua" dergisini çıkarmıştır. Derginin ilk sayısında, tarihi, kültürel, dinsel ve coğrafi birliktelikleri nedeniyle Türkler ve Kürtlerin birbirlerini sevmelerini bir zorunluluk olarak kabul ettiği "Türkler ve Kürtler" adlı makalesini kaleme almıştır.
1923 yılında Telif ve Tercüme Encümeni Reisliği'ne (Kültürel Yayınlar Dairesi Müdürlüğü) getirilen Ziya Gökalp; aynı yıl, Türkçülüğün Esasları isimli ünlü eserini yayınlamıştır. 11 Ağustos 1923 tarihinde Diyarbakır'dan Milletvekili seçilen Gökalp; bilimsel, kültürel ve eğitim çalışmalarına ara vermiş gibi görünse de, yine bu dönemde de kültürel ve düşünsel çalışmalarına devam etmiştir. Bu bağlamda, "Yeni Türkiye" dergisini çıkarmış, anayasanın hazırlanmasına yardım etmiş, Türk Medeniyeti Tarihi'ni tamamlamaya çalışmış ve Türk dili çalışmalarına katkılarda bulunmuştur. Bu süreçte, Gökalp milli edebiyatın geliştirilmesi yönünde de çaba harcamıştır. 
Yine, Yeni Türkiye'nin Hedefleri isimli eserini de bu dönemde yayınlamıştır. Hastalandığı dönemde de Türk Medeniyeti Tarihi ve Çınaraltı isimli çalışmalarını sürdürmüş; hatta tedavi için İstanbul'a, Maarif Vekâleti'nden (Milli Eğitim Bakanlığı) Türk Medeniyeti Tarihi'nin basımı için aldığı avansla gidebilmiştir. 1924 yılı başlarında rahatsızlanan Gökalp, 25 Ekim 1924 tarihinde vefat etmiştir. 
Ziya Gökalp, günlük yaşamda içe dönük, sakin ve kendi halinde birisi olmuştur. Buna karşın, idealist ve mücadeleci bir yapıya sahip olan, Gökalp en kötü durumlarda bile ümidini kaybetmeyecek kadar kararlı bir kişiliğe sahiptir. Yaşamı boyunca, düşünce ve hayalleri yolunda mücadele vermiş; hiçbir dönem, düşünce ve eylemlerinden ödün verme gereği duymamıştır. Birçok kovuşturma, hapis ve sürgün cezasıyla karşılaşmasının arkasında da yine bu kararlı tutumunun etkileri vardır. Gençlik döneminde, Sultana karşı söz söylemek ve eylemde bulunmaktan çekinmeyen; Gökalp önemli düşünsel yakınlıklara rağmen, Meclise girdiği dönemde Atatürk'e de çok yakın olma gereği duymamıştır. Gençlik yıllarına denk düşen bir dönemde yaşadığı bir bunalım durumu dışında,' Gökalp in yaşamı hep sosyal ve siyasal mücadele ile geçmiştir. Aynı şekilde, en bunalımlı günlerinde bile Ülkenin kurtulacağına olan güveni tam olmuştur. Ziya Gökalp'ın en güçlü yönlerinden biri de, hiç kuşku yok ki; onun hayal gücüdür. Gökalp'ı, düşünce insanı, maneviyatçı, toplumsal ve ahlaki konularda eylem adamı ve şair yapan çoğunlukla bu yüksek hayal ve düşünebilme gücü olmuştur. 
Güçlü bir analitik düşünce yeteneğine sahip olan ve vatan sevgisiyle dolu duygu ve düşünce yüklü şiirler yazan Gökalp, aynı zamanda sorumlu bir aile babasıdır. Yaşamının sonlarına doğru, hayatının en zor dönemini yaşadığı hastalık günlerinde, tedavi masraflarının karşılanmasıyla ilgili olarak Atatürk'ten aldığı teklife karşılık, kendisinden sonra eşine ve kızlarına yardım edilmesini istemesi bunun açık örneklerinden biridir.
Düşünce Yapısı ve Türkçülük Anlayışı
Birçok çağdaşı Türk aydını gibi Ziya Gökalp 'in düşünsel yapısı üzerinde de, Osmanlı Devleti'nin parçalanma sürecine girdiği dönemde baş gösteren siyasal, askeri, dinsel ve ekonomik sorunların derin izlerini görmek mümkündür. Bu etkilerin de tesiriyle,'i Gökalp n düşünce yapısı içerisinde ulusçuluk anlayışı önemli bir yere sahip olmuştur. Fakat Gökalp'ın ulusçuluğu, etnik temelli değil; kültürel bir ulusçuluktur. 
Çok farklı alanlarda eserler veren Ziya Gökalp'ın düşünce ikliminin oluşum sürecinde aile çevresi, İsmail Hakkı Bey, Yorgi Efendi, İbrahim Temo, Dr. Abdullah Cevdet, İshak Sukuti ve Naim Beylerin yanı sıra; Genç Türklerin de etkisi olduğu bilinmektedir. Gökalp, düşünsel yaklaşımı dolayısıyla İttihat ve Terakki Cemiyetinde çeşitli kademelerde görevlerde de bulunmuştur. Aynı şekilde, Durkheim'ın sosyolojik yaklaşımları da Gökalp'ın düşünceleri üzerinde önemli izler bırakmıştır. 
Babası Tevfik Efendi, edebiyata meraklı ve oğlunun en iyi şekilde yetişmesi için çaba sarf eden biridir. Gökalp'ın edebiyat merakının da babasından geçtiği söylenebilir. Avrupa'da Yetişen gençleri kültürlerine yabancı kaldıkları, medresedeki öğrencileri de dünyadaki gelişmelerden haberdar olmadıkları gerekçesiyle eleştiren Tevfik Efendi, oğlundan Doğu değerlerini özümseyip, Müslüman kalarak Batılı bir eğitim almasını ve her iki kültürü de öğrenip bunları kıyas ve telif etmesini istemiştir. Tevfik Efendi'nin bu tutumunun Ziya Gökalp'ın hayatındaki etkileri büyük olmuştur. 28 Aralık 1888'de Namık Kemal'in vefatı üzerine; Tevfik Efendi'nin oğluna, onun gibi hürriyetçi ve vatansever olmayı öğütlemesi de Gökalp'ın hayatındaki önemli dönüm noktalarından birisidir. Bununla birlikte, annesi ve babaannesinin de, aldıkları eğitim ve geldikleri muhitin de etkisiyle Gökalp 'in üzerinde en az babası kadar etkili ve yönlendirici olduklarını belirtmek gerekir. 
Diyarbakır'da özel felsefe dersleri aldığı Dr. Yorgi Efendi, İstanbul'a gelince, Gökalp ve arkadaşları ile bir toplantı yapmıştır. Onlarla yaptığı bir sohbette Türk gençlerinin Meşrutiyeti kurmak için çalıştıklarını, bunun övgüye değer bir gayret olduğunu belirtmiştir. Yapılacak devrimin faydalı ve etkili olabilmesi için mutlaka ülkenin sosyolojik ve psikolojik yapısına uygun olması gerektiğini ifade eden hocasının bu vasiyeti, Gökalp'ın yapmayı düşündükleri üzerinde yönlendirici bir etkiye sahip olmuştur. 
1899-1900 yıllarında tutuklu bulunduğu sırada tanıştığı Naim Bey, Gökalp üzerinde önemli etkiler bırakan simalardan bir diğeridir. Naim Bey, Meşrutiyetin mutlaka ilan edileceğini, ama ilk meşrutiyetin uzun süreli olmayacağını; Meclisin, entrikalar ve rant kavgaları sonucu kapatılacağını söylemiştir. Ona göre, meclisin kapanmasında en önemli neden, derin bir uykuda olan halkın meşrutiyetin kıymetini bilmemesidir. Halka, meşrutiyetin gereği anlatılmalıdır. Bunun da tek yolu özgür basındır. Gökalp, basının özgürleştirilmesini rastladığı her gence öğütlediğini belirtmiştir. Kendisine, Naim Bey'in vasiyetini rehber kabul eden Gökalp; onu, kendisi için bir pir (akıl hocası) olarak nitelendirmiştir. Gökalp, bu vasiyeti kendinden sonra gelecek gençlere, Türkçü bilginin vasiyeti olarak sunmuştur. 
İdadi (orta öğretim) yıllarından itibaren felsefe ve sosyal bilimlere ilgi duymaya başlayan, Gökalp Fransızca derslerini İdadi hocalarından Yorgi Efendi'den almıştır. Kendisinde felsefe merakını uyandıran da yine Yorgi Efendi olmuştur.
Düşünsel bir süreç olarak, Genç Türkler ve İttihat ve Terakki ile Ziya Gökalp'ın düşünce ve ilişki yakınlığı askeri lise yıllarına kadar uzanmaktadır. İmparatorluğun içinde bulunduğu bunalımlar birçok mektep öğrencisi gibi Gökalp'ı de derinden etkilemiştir. Bu nedenle, Gökalp okul yıllarından itibaren ülke sorunlarıyla ilgili konulara yakın ilgi göstermiş; yaşamı boyuca birçok siyasi ve sosyal örgütlenme içerisinde yer almıştır. 
Başlangıçta Fransız filozof Alfred Foulille'nin etkisinde kalmasına rağmen, Durkheim sosyolojisinin iyi bir okuyucusu ve takipçisi olan Gökalp, bu ekolün etkisiyle "Türk Sosyoloji Ekolü"nü kurmuştur. Yine, pozitivist bir yönü de olan Gökalp' in, topluma doğru bir yönelim gösteren toplumsal teoremi üzerinde de Durkheim'ın görüşleri belirleyici olmuştur. 
Ziya Gökalp düşünce dünyasında Selanik önemli bir yer tutmuştur. Gökalp, Selanik'e gidişinden sonra daha önce savunduğu düşüncelerin pek çoğunu terk etmiştir. Bununla birlikte, medreselerin düzeltilmesi ve eğitimde yenileşme gibi yazılarında sıkça savunduğu bazı düşüncelerinden vazgeçmemiştir. 
İttihat ve Terakki tarafından Selanik'e tayin edilmesi, Ziya Gökalp'ın hayatında yeni bir dönüm noktası olmuştur. Bu dönemde, dilde Türkçülüğü savunan Genç kalemler grubuna katılmış; bu dergide, dilde Türkleşme ile ilgili yazılar yazmaya başlamıştır. Burada, özellikle Ömer Seyfettin'den etkilenen Gökalp, artık Türkçü Gökalp'tır.
Gökalp'ın dil çalışmalarına katılmasıyla, dilde yenileşme ve Türkçeleşme çalışmaları hız kazanmıştır. Çünkü Ona göre tüm toplumsal faaliyetlerin yegâne temeli lisandır. Kültürü ve kültürü ortaya çıkaran dili, millet olmanın en önemli unsurları arasında kabul eden Gökalp, dilde Türkleşme olmazsa, vicdanların, dinin ve vatanın parçalanacağını düşünmektedir. Dilde yenileşmenin ve Türkçülüğün bir karşılığı olarak "arı Türkçecilik" ifadesini kullanan Gökalp; arı Türkçeciliği, dilin Arap ve Fars köklerinden arındırılarak, bunların yerine Türkçe köklerden yeni eklerle yapılacak yeni Türkçe kelimelerin kullanılması olarak tanımlar. Buna karşın, karşılıkları bulununcaya kadar, sözcük ve terimlerin Arapça ve Farsçalarının kullanılmasını önerir. Burada Gökalp'ın, dili, ilintili bağlarından hemen koparmanın zorluğuna ve sakıncalarına yaptığı vurguyu belirtmek gerekir. Böylece, dilde ve kültürde özden beslenen bir dinamizm yakalamak isteyen Gökalp, Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak ilkesi çerçevesinde Türkçeyi, anlam bakımından modernleştirmek, terim bakımından İslamlaştırmak, gramer ve yazın bakımından ise Türkleştirmek gerektiğini belirtmiştir. Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak isimli eserinde de bu durumu, "Türk milletindenim, İslam Ümmetindenim, Avrupa Medeniyetindenim" ifadesi ile ortaya koymuştur. Ziya Gökalp'ın "Türk ulusuna, İslam dinine ve Batı uygarlığına dahiliz" şeklinde yaygın bir sunuş haline getirdiği söylemin, aynı dönemlerde benzer siyasal, ekonomik ve kültürel etkileri duyan Yusuf Akçura ve Hüseyinzade Ali tarafından da gündeme getirildiği görülmektedir. Yine burada da, oldukça geniş bir coğrafyada, zengin ve dinamik kültür dünyasına sahip; ekonomik, siyasal ve askeri açıdan çok güçlü bir İmparatorluk sürecinden; siyasal, kurumsal, ekonomik ve askeri bunalımlarla birlikte geriye çekilme/ulus sürecine geçme sorunlarına karşı teori üretme ve çözüm arayışlarının etkili olduğunu belirtmek gerekir. 
Dolayısıyla, Ziya Gökalp'ın siyasal düşünceleri ile dönemin siyasal olguları arasında paralel bir ilişkinin bulunduğunu söylemek mümkündür. İlk dönemlerinde Osmanlıcılık ve ümmetçilik anlamında olmasa bile, İslamcılık düşüncelerine de ilgi gösterdiği bilinen Gökalp'ın milliyetçilik anlayışı ile modern ulus-devletin ve yeni Cumhuriyetin kurucu iradesinin benimsediği milliyetçilik anlayışları arasında büyük bir örtüşme vardır. Gökalp'e göre, milleti oluşturan değerlerin başında dil birliği, kültürel paylaşım ve din gelmektedir. Bir başka ifadeyle Gökalp, bir kültür milliyetçiliğini öngörmekte, millet olabilmek için etnik ayrıştırmalara ilgi göstermemektedir. Buna, Gökalp, ‘kültür milliyetçiliği' adını vermektedir. Böylece Gökalp, dünya ve coğrafi gerçeklere uygun bir millet tanımlamasına gitmektedir. Cumhuriyetin kurucu iradesi tarafından benimsenen Gökalp'ın bu milliyet(çilik) yaklaşımı, başta Birleşik Amerika olmak üzere, çağdaş toplumlarda da varlık ve önemini devam ettirmektedir. Yer yer öne çıkarılan etniklik ve yerellikle, ulus olgusu ve uluslaşma bilincinin birbirinden çok farklı şeyler olduğunun açık olarak vurgulandığı günümüzde; Gökalp'ın ortaya koyduğu ulus tanımlamasının geçerliği daha iyi anlaşılır olmaktadır. 
Ziya Gökalp'ın, ulus olmanın gereklerinden biri olarak belirttiği din birliği ile dindaşlığa dayanan birlik birbirinden farklıdır ve zaten Gökalp; ‘ümmet' olarak tanımlanan dindaşlık birlikteliğine de karşıdır. Ona göre; din, birbirinden farklı coğrafyalarda, farklı kültür dünyalarında ve değişik toplumlarda aynı olabilir; ancak, millet olmak için din birlikteliğinden başka kültür ve dil birliği de gerekmektedir ki; kültür birlikteliği için ortak toplumsal deneyimler, paylaşımlar, duyuş ve düşünüşlere ihtiyaç vardır. 
Bu çerçevede; din dilinin de Türkçeleşmesi gerektiğini savunan Gökalp'ın bu yaklaşımı, Cumhuriyet'in kuruluşunu takip eden ilk onlu yıllarda bir dönem yaşama da geçmiştir. Merkezi bir din hizmetleri idaresinin kurulmasında (Diyanet İşleri Başkanlığı) olduğu gibi, birçok Cumhuriyet kurumunun yanı sıra, siyasal, kültürel ve dinsel uygulamaların ortaya çıkışında da yine Gökalp'ın etkilerinin olduğu muhakkaktır.
Buradan hareketle, ikinci meclise de seçilen Ziya Gökalp ile Atatürk arasında bir ilişki yakınlığı olmasa bile; düşünsel paralelliklerin ve paylaşımların olduğu açıktır. Zira hastalığının ilerlemesi üzerine, masrafları Devlet tarafından karşılanmak üzere yurt dışında tedavi olmasını öneren Atatürk'ten; tedavi masraflarını değil, kendisinden sonra ailesine yardım edilmesini isteyen Gökalp'ın bu isteği, Atatürk'ün önerisi üzerine Meclis tarafından çıkarılan bir kanunla yerine getirilmiştir. 

Yoğun bir şekilde kültür milliyetçiliği vurgusu yapan Gökalp, etnik milliyetçiliğe/ırkçılığa karşı bir düşünce yapısına sahip olmuştur. Ona göre, toplumların karakterleri kalıtımsal değil, kültür ve eğitim yoluyla şekillenmektedir. Gökalp'ın ırkçılığa karşı oluşu, düşünsel ve sosyal gerçeklikle bir iç içeliğe sahiptir. Gökalp bu yargıya, toplumların, özellikle Türk toplumunun yapısını ve sosyal gerçekliklerini değerlendirerek varmıştır.
Ziya Gökalp'ın Cumhuriyet ve demokrasi düşüncelerinde de bir değişme süreci söz konusudur. Padişah aleyhine yürüttüğü söylemlerini meşrutiyetin ilanıyla birlikte askıya alan Gökalp, savaş dönemlerinde de vatan ve dinin selameti için Halife Sultana dualarda bulunmuştur. Bununla birlikte Gökalp, hiçbir zaman özgürlükçü ve halkçı tutumundan vazgeçmemiştir. Onun hemen her yazı ve şiirinin ana teması vatan, ulus, hürriyet, Ulusun eğitimi ve uyanışı üzerine olmuştur.
Ziya Gökalp düşüncesinde, Türkçülük ayrı bir yere sahiptir. Zira Gökalp'ın çalışmaları hep Türk toplumunun geçmişi, günü (kendi dönemi) ve geleceği ile Türk dili ve Türk kültürü üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu duygu ve düşüncelerle O, bilimsel, ahlaki, kültürel ve felsefi bir Türkçülük anlayışı ortaya koymuştur.
Gökalp'ın 1908 yılından sonra Türk Milliyetçileri arasına katılması ile ulusçuluk bir sistem haline gelmiştir. 18 yıl Türk toplumunun sosyal ve kültürel yapısı üzerine çalışan Gökalp, bu birikimini Genç kalemler dergisinde, özellikle de ‘Turan' şiiri ile dile getirmiştir. Bilimsel bir Türkçülük ortaya koyan Gökalp, Türkçülüğün Esasları'nda Türkçülüğü "Türkçülük, Türk milletini yükseltmektir" diye tarif etmiştir. Ona göre Türkçülüğün yakın ve uzak olmak üzere iki hedefi vardır. Yakını ‘Oğuz ya da Türkmen Birliği'; uzağı ise ‘Turan'dır. Türkçülüğünün ülküsünü de ‘Türkiyecilik', 'Oğuzculuk ya da Türkmencilik' ve ‘Turancılık' olarak üç ana bölüme ayıran Gökalp, Cumhuriyetin ilanından sonra son ikisinden vazgeçmiş ve ülkünün ‘Türkiyecilik' olduğunu belirtmiştir. Türk toplumu için uygun gördüğü Türkçülük ise toplumsal Türkçülük olmuştur. Onun Türkçülüğünde, halka doğru gitmek ayrı bir öneme sahiptir. Halka hem ondan hars almak hem de medeniyet götürmek için gidilir. 

Medeniyet-hars ayrımı onun en dikkat çekici görüşlerinden birini oluşturur. Hars, yani kültür, ona göre milli; medeniyet, yani; uygarlık ise evrenseldir. Uygarlığın kültürden sonra ve onun eseri olduğunu savunan Gökalp, Türkçülüğün Esasları'nda kültürü oluşturan unsurları sekiz bölümde incelemiştir. Bunlar; dilde, estetikte, ahlakta, hukukta, dinde, ekonomide, siyasette ve felsefede Türkçülüktür.
Sonuç olarak, Ziya Gökalp, Türk düşünce, kültür ve siyaset tarihinin önemli simalarından biridir. İmparatorluk sürecinden Ulus-Devlete geçiş döneminde yaşayan Gökalp'ın, karşılaşılan sorunlar ve bunalımların da etkisiyle Türk toplumu ve Türk kültürü üzerine ortaya koymuş olduğu sosyolojik, kültürel ve siyasal teori ve değerlendirmeler bugün bile gerçekliğini devam ettirmektedir. Zira Gökalp'ın birçok siyasal, dinsel ve kültürel düşünce ve önerileri yeni kurulan Cumhuriyet ile birlikte yaşama geçme olanağı bulmuştur. Gökalp'ın bu toplumsal yaklaşımları üzerinde Batılı algıların da etkili olduğu muhakkaktır.